Arkadaşlarımla kahvaltı yapıyorduk. Konuşmamızın bir yerinde “60 liraya Londra’ya bilet aldım” dedi. “Bir bakayım şu siteye, nasıl olur o fiyata” falan derken Atina biletimi almış bulundum. O sırada bu fiyata nereye bilet olsa alırdım. 60 lira sonuçta, gidemesen de at kenara dursun. Hiçbir şey olmasa gidecekmişsin gibi hissettirirdi, o da iyi gelirdi. Vizem yokmuş, dönüş bileti lazımmış falan hiç önemli değil. Kendi kendime “gidiş bileti tamam ya, geri kalan her şey bir şekilde halledilir” dedim. Haksız da değilmişim.
St. Nicodemus Rum Kilisesi
Atina’ya gitmek çok uzun zamandır istediğim bir şeydi. Giderken yanıma aldığım not defterimdeki liste ne kadar kısa olsa da aklımdaki liste bayağı uzamıştı; yemekler, müzeler, müzikler, sokaklar, insanlar, Yunan Mitolojisi hakkında okuduklarım ve bununla alakalı görmeyi beklediğim her şey. Bir de kalamar var!
Neredeyse hiçbir şeyi planlayarak yapmıyorum, yapamıyorum. Aylar sonrasına plan yapmaya çalıştığım zaman kendimi kısıtlanmış hissediyorum. Hiç düşünmeden bir anda, sanki hiç geri dönmeyecekmiş gibi gitmeyi seviyorum. Bilet alacağım zaman hep tek yön almayı tercih ediyorum. O yüzden dönüşlerim hep bir belirsiz. Bu nedenle giderken 60 liraya aldığım bilet dönüşte 300 liraya aldığım biletle anlamını yitirmiş oldu.
Çok belli olmasa da bu istasyon çok sevimliydi.
Atina havaalanına yaklaşırken yanıma aldığım küçük deftere notlar alıyordum. Her ne kadar plansız gezecek olsam da bazı yerleri kesin görmek istiyordum. Yanımda oturan ve daha sonra tekrar aynı uçakta döneceğim çifte Atina’da bizim Müzekart’a benzer bir şey olup olmadığını sordum. Çünkü gezmek istediğim çok fazla müze vardı. Hepsini gezmek için en hesaplı yöntem bir müzekart satın almak olacaktı. Fakat onlardan öyle bir kartın olmadığını ve sonrasında da beğendikleri birkaç yerin bilgisini aldım. Beraber dönüş uçağını beklerken ikisinin de doktor olduğunu ve bir süre sonra Atina’ya yerleşeceklerini öğrenecektim. Umarım en kısa zamanda yerleşirler.
Atina’ya Kasım ayının sonlarına doğru gittim. Uçaktan iner inmez trene binip şehir merkezine doğru yola koyuldum. Kalacağım otel Akropol Müzesi’nin hemen iki alt sokağında, oldukça merkezi bir konumda yer alıyordu. Otele gitmeden önce biraz etrafa bakınmak için trenden otele iki durak uzaklıkta olan Monastiraki’de indim.
Metro istasyonundan çıkıp kafamı sağa çevirdiğimde kocaman bir tepenin üzerinde duruyordu Parthenon. Fotoğrafın sağ tarafında istasyon ve hemen karşısında bir kilise yer alıyor.
Şehirde en çok görmek istediğim şey olan Parthenon’u hangi tarafa gitsem diye etrafıma bakınırken tesadüfen görmüştüm. Trenden o kadar yakınında ineceğimi bilmiyordum. Bu yüzden şehirde gördüğüm ilk şeyin o olması hoş bir sürpriz olmuştu, bayağı heyecanlanmıştım. Atina beni karşılaşamaya Parthenon’u göndermiş gibiydi, sağ olsun.
Terası olan bir kafeden Akropol Tepesi ve Parthenon.
Kalacağım otele gitmek için Parthenon’un etrafından uzanan yolu kullandım. Yol üzerinde çok güzel kafeler ve diğer tepelere çıkan patikalar görmüştüm. İyi başlamıştım.
Perilerin Tepesi’nden Akropol Tepesi.
O tepelerden bir tanesi Parthenon’u tam karşından gören Perilerin Tepesi’ydi. Bu tepe ile ilgili ilginç şeyler okudum. Shakespeare’in Bir Yaz Gecesi Rüyası eserinde adı geçen perilerin bu tepede bulunduğu yazılmıştı. Oberon, Titania, Puck, Hardal Tohumu ve diğerleri birilerinin hayalinde buralarda gezinmişti. Uyandığında gördüğün ilk kişiye deli gibi aşık olmana neden olan çiçeğin suyu da birilerinin gözlerine buralarda sıkılmıştı. Tepeye çıkan korudan geçerken bunlar geldi aklıma. Etrafta kimse yoktu, garip bir heyecan doldu içime. Sebepsiz yere biraz da ürperdim ama çabuk geçti. Tepenin diğer tarafından şehire baktığım zaman da düşündüğüm şey bambaşkaydı;
Tepenin diğer tarafından Atina’nın batı tarafı
Tepenin bir tarafı bana Periler’i, Athena’yı, Olimposlu Tanrılar’ı, tasarımı, estetiği ve başka bir sürü güzel şeyi düşündürdü. Olduğum yerde sadece kafamı arkama çevirip baktığım zaman da kaostan, varsıllık ve yoksulluktan, gürültüden, kirlilikten başka bir şey düşünemedim. Her iki tarafın da insan eliyle yapılmış olması dışında hiçbir ortak noktası yoktu.
Atina’da birden fazla tepe ve hepsinde farklı bir hikaye vardı. Güzel olan hikayelerin nerdeyse hiçbirinin yaşanmamış, üzücü olan hikayelerin ise hepsinin yaşanmış olması çok kötüydü. Mesela bu tepenin yakınlarındaki başka bir tepeye 1971 senesinde gerçekleşen askeri darbede kullanışmış olan tanklar yerleştirilmiş. Daha eski dönemlerde Athena’nın tapınağa ciddi anlamda zarar veren top atışları yine tepelerden birinden yapılmış.
Akropol Müzesi’nden Parthenon
Atina’da kaldığım süre boyunca yediğim her şey çok güzeldi. Fakat bunlardan bir tanesi hepsinden farklıydı;
Domingos Restoran
Damingos yaklaşık 150 senelik bir restorandı. Duvarlarında ailenin fotoğrafları, arka tarafta ağzına kadar dolu olan fıçılarda ev yapımı şaraplar vardı. Atina’da her yerde olduğu gibi burada da oturur oturmaz önüme su geldi. Sanki “önce şu suyunu bir iç, dinlen. Sonra karar verirsin” cümlesini kurmak yerine her gittiğim yerde önüme su koyuyorlardı, çok sevdim. Kısa bir süre sonra siparişimi almak için garson yanıma geldi;
Karar verdiniz mi?
Evet. Morina Balığı ve ev yapımı şarap, yarım litre olsun lütfen.
İsterseniz çeyrek vereyim. Bitirdiğiniz zaman bir çeyrek daha veririm.
Tamam öyle yapalım. Çok teşekkür ederim.
Salata ister misiniz?
Hayır teşekkür ederim.
Sonra yanımdan ayrıldı ve siparişlerimi hazırlatmak üzere mutfağa gitti. Mutfak oturduğum masanın tam karşısında olduğu için rahatlıkla görülebiliyordu. Önünde kocaman bir cam vardı ve içerdeki iki kişi bayağı eğlenerek yemek hazırlıyordu. Benim şarap yarısına gelmişti ama balık hala ortada yoktu. Şef içeri girip çıkıyor, elindeki derin kapta bir şeyler çırpıp duruyordu. Bir süre sonra garson elinde koca bir tabak salatayla yanıma geldi ve “çok özür dilerim, siparişiniz gecikti. Şefim bunu size ikram etmemi istedi” dedi. Zaten mutsuz değildim ama daha da mutlu olmuştum. Genelde alışkın olduğum “siparişim vardı ama?” sorsuna “çıkıyor şimdi” cevabından farklı bir şey olmuş; daha sormadan bir açıklama yapılmış, çok lezzetli bir salata ikram edilmişti. O şefi artık bir saat daha bekleyebilirdim, hiç sorun değildi.
Aynı yerde bir de kalamar sipariş ettim. “Izgara mı olsun yoksa tava mı?” sorusu karşısında dona kaldım. İkisini de istiyordum, hem de çok. “Yarısı yağda yarısı ızgara olsa?” dedim. Kısa bir süre suratıma baktı. Gülmemek ister gibiydi ama aslında gülmesinde bir sorun yoktu. “Sorayım hemen” dedi ve mutfağa gitti. Garsonun mutfaktakilere sormasıyla birlikte camın arkasındakiler büyük bir kahkaha patlattı. Bana bakarak gülmeye devam ettiler ve ben de gülmeye başladım. Arka masamda oturanlar da bizim gülmemize gülmeye başladılar. Gülmek esnemek gibi olmuştu, gören gülüyordu. Fakat neye bu kadar güldüklerini hala anlamış değilim. Sonuçta birkaç tane kalamar vardı; bunların yarısı yağa atılacak yarısı da ızgaraya yerleştirip pişirilecek ve servis edilecekti, hepsi bu. Sonra ben onları bir güzel mideme indirecektim. Öyle de yaptım, iyi ki öyle istemişim. İkisi de çok lezzetliydi.
Çok güzel anılarla ayrıldım Atina’dan. Aklımda hiçbir hayalkırıklığı yaşamadığım, insanların yaptığı her işi gerçekten severek yaptığı, lezzetli, güler yüzlü insanların bulunduğu sevimli bir şehir kaldı. Umarım en kısa zamanda tekrar görüşürüz.
Omonia’daki balık pazarı. Kalamarları yerinde görmek önemliydi.
Balık pazarının arka tarafındaki et pazarı hoş görünmese de temizdi.
Plaka’da harika şarapların satıldığı bir dükkan ve mantardan kalp.
El yapımı tasarım eşyalar satan Trakyalı teyze.
Comments