top of page
  • Yazarın fotoğrafıCem Hakverdi

Atina’dan Samos’a

Çok fazla alternatif her zaman kafa karışıklığı. Çok güzel olan, çok fazla alternatif daha da büyük kafa karışıklığı. Samos’a gitmeden önce kafamız allak bullak olmuştu. Çünkü alternatiflerimiz arasında ulaşımı diğer Yunan adalarına göre daha kolay olan Midilli, Sakız, Kos, Thasos, Simi hatta Meis gibi birbirinden güzel adalar bulunuyordu. Samos da bu saydığım adalar arasında, benim için “kolay ulaşılabilenler” listesinde yer alıyor. Fakat hem daha önceden almış olduğumuz tek yön Atina bileti yanmasın, hem de Atina’da bir gün geçirelim diye adaya gitmek için 7 saatlik feribot yolculuğunu tercih ettik. İyi ki de öyle yapmışız. Atina bizi yine çok güzel karşıladı. Sonda söyleyeceğimi başta hemen söyleyeyim; normal koşullarda Samos’a Kuşadası’ndan kalkan motorlarla 1 saat 45 dakika gibi kısa bir sürede gidilebiliyor.

Daha önce paylaştığım Atina yazısını “umarım en kısa zamanda tekrar görüşürüz” diye bitirmişim.  Tekrar görüşmemiz çok hoş oldu. Aynı yazıya Atina’dan fotoğraflar da eklemiştim.  İkinci baskı olmasın diye Parthenon ve benzeri gibi Atina’yı “temsil eden” görüntüleri tekrar paylaşmak istemedim. Atina kısmını hızlıca geçmek için fazla uzatmayacağım. Beğendiğimiz çok fazla şey içinden birkaçı şöyleydi;

1_1.jpg

Agios Dimitrios Loumbardiaris ağaçlar içinde, önünde geniş bir de bahçesi bulunan bir kilise. Bu nedenle sıklıkla düğünlere ev sahipliği yapıyormuş. Fakat asıl hikaye başka. Zamanında buradaki cemaati öldürmek isteyen Türk komutanın planlarının çakan şimşekler nedeniyle suya düştüğü yazıyor sağda solda.  Benim en sevdiğim tarafı tesadüfen karşımıza çıkması ve görmeye alışkın olduğum o görkemli yapılardan biri olmayışı sanırım. Kilise hakkında bilgi


1

Agios Dimitrios Loumbardiaris’in ön tarafı


2

Agios Dimitrios Loumbardiaris’in arka tarafı


3

Zeytin Ağacı (ama Perilerin Tepesi’ndeki zeytin ağacı. Öylesine bir zeytin ağacı değil (: )


6

St. Nicodemus Rum Kilisesi’nin içinden bir fotoğraf.


7

Pire Limanı’ndan Samos’a…

Samos’a gitmek için Pire Limanı’ndan saat 21:00’da hareket edecek olan Blue Star firmasından bilet aldık. Gece nasıl olsa uyuruz diye 7 saatlik yolculuk hiç gözümüzde büyümedi. Biner binmez uyuyacaktık ve sabaha karşı saat 4-4,5 gibi adada olacaktık. Feribot fazlasıyla büyük ve son derece rahattı. Sadece açık unutulan televizyonun sesi uzunca bir süre hepimizi rahatsız etti. Ha kapattılar ha kapatacaklar diyerek 3-4 saat boyunca kimseye bir şey söylemeden anlamadığımız dilde bangır bangır bağıran televizyonun gürültüsünü çekmiş olmamız benim için hala anlamsızlığını koruyor. En son gece yarısı 3-4 kişi birden isyan edip birilerini buldu ve sessizliğe kavuştuk. Zaten hemen sonrasında uyumuşuz. Gece sadece bir kere çok büyük dalga çarptığını hissettik ve uyanıp birbirimize baktık. Onun dışında deniz yolculuğumuz oldukça sakin geçti. Sabah öğrendik ki  gece Gökova Körfezi’nde deprem olmuş. Özellikle Kos Adası’nda can kayıplarına neden olmuş. Aynı saatlere denk gelmesi nedeniyle durup dururken ortaya çıkan o dalganın deprem kaynaklı olduğunu düşündük.

Pire

Pire Limanı Yunanistan’ın en büyük limanı. Sevimli bir yer değil ama deniz ulaşımının merkezi.


Samos çok büyük bir ada. Adanın farklı bölgelerinde Vathy, Pythagoreio ve Karlovasi adlarında 3 farklı liman bulunuyor. Biz feribot biletimizi Vathy Limanı’na bulmuştuk. Kalmak için de Pythogorio’u seçmiştik. Yine bir cinslik yapmıştık yani. Güzel güzel yanaşacağımız limanda kalıyor olsak olmazdı. Rahat, stressiz falan olurdu…

Sabaha karşı 4 gibi feribot limana yanaşırken “eee şimdi ne yapacağız?” diye içten içten düşünmüş olsam da aslında buna kendimi hazırlamıştım. En kötü 2-3 saat bir yerlerde oturup bir yerlerin açılmasını bekleyecektik.  Fakat inince gördük ki etrafta oturup beklenecek gibi yerler yokmuş. Adaya gitmeden önce toplu taşıma diye bir şeyin olmadığını bir yerlerde okumuştuk. O saatte böyle bir şey zaten çok mümkün değildi. Fakat kaldığımız diğer günlerde de toplu taşımaya benzer herhangi bir şey görmedik. Taksiye binip otelimizin bulunduğu Pythagoreio’a gitmeye karar verdik. Çok uzun sayılmayacak bir yolculuk için 20 euro ödedik. 20 euro olmasının sebebi sanırım takside bizden başka iki kişinin daha bulunmasıydı. Yoksa muhtemelen daha fazla ödeyecektik. Yaklaşık 15-20 dakikalık bir yolculuğun ardından Pythagoreio’a ulaştık ve otelimizi bulduk. Saat sabahın 5’i gibi bir şeydi. Bu nedenle içeride kimse yoktu. Dahası otelin dış kapısı da kilitliydi. Kaldırımda oturup etrafa bakınırken bir kadın yaklaştı ve cebinden anahtar çıkarıp kapıyı açtı. Otelin sahibi ya da çalışanı sandık ama o da müşterilerden biriymiş. Bizi içeri aldı ve elindeki suyu bizimle paylaşmak istedi. Daha sonra da odasına çıktı. Biz de otelin girişinde bulunan koltuğun üzerinde saat 7 buçuğa kadar güzel bir uyku çektik.

Uyandıktan kısa bir süre sonra otelin sahibi teyze geldi. Gece olan depremle ilgili bir şeyler sorduk, anlamadı. Çok az İngilizce konuşabiliyordu, birkaç kelime kadar. Daha sonra önündeki deftere bakarak rezervasyonumuzu aradı. Biraz güç olsa da buldu. Ödeme kısmına geçtiğimizde normalde Samos’ta yaşamayan, bizimle aynı zamanda annesini ziyarete gelmiş olan doktor oğlu geldi. Ayaküstü biraz lafladık. Pos makinesi konusunda o da çok iyi görünmüyordu. Biraz uğraştıktan sonra “kusura bakmayın, ben dokturum” dedi, güldük. Son derece tatlı insanlardı.

Adada çok uzun kalmayacaktık. Bu nedenle odada fazla vakit kaybetmeden kendimizi dışarı attık. Eli çok ağır ama kahvaltımızı özenle hazırlayan birine denk geldik. Kahvaltımızı yapıp kiralık motor aramaya başladık. Çok uzun zaman geçmeden bir yer bulduk. Günlük 15 euro ödeyerek 125 cc’lik bir scooter kiraladık. Yola çıkar çıkmaz da 5 euro verip depoyu doldurduk. Artık hazırdık! Daha önceden harita üzerine notlar alıp gitmek istediğimiz yerleri belirlemiştik.

yesimsamos1

Pythagoreio’dan çıkıp 10 dakika kadar sürdükten sonraki bir tepenin üzerindeyiz. Pythagoreio fotoğrafa göre sağ tarafta kalıyor. Adanın tamamı yeşil, yollar gidiş geliş ve biraz dar ama son derece keyifli.


yesilsamos2

Yol boyunca küçük küçük köyler var.


İlk gün adanın güneybatısında yer alan Votsalakia’ya gitmek üzere yola koyulduk. Motoru kiraladığımız amca o günkü rüzgara göre denizin o taraflarda sakin olacağını söylemişti. Hava oldukça rüzgarlıydı. Bu kadar sert rüzgarla motor üzerinde en son Bafa Gölü civarında karşılaşmıştım. İki kişi olduğumuz için fazla savrulmuyorduk ama ilerlemek normalden daha yorucuydu. Votsalakia zaten görmek istediğimiz bir yerdi. Rüzgarın durumuna göre en sakin denizin orada olacağını bilmek motivasyonumuzu arttırmıştı. Simin’in ilk motor deneyimi gibi bir şeydi. Bu nedenle 50 km hızı geçmemek konusunda anlaşmıştık. Ne zaman 60 ya da 70’e çıksam takometre gibi uyarı veriyordu, ben de yavaşlıyordum.

ireon.jpg

Ireon Köyü’nün girişindeki dar köprü.


Potokak

“Şurada ne varmış acaba?” diyerek girdiğimiz ve geri çıkmak için biraz uğraştığımız Ireon sahili.


votsalakia1

Yol boyunca gördüğümüz sevimli köylerden bir tanesi; Pagoudas.


Yaklaştıkça Pagoudas daha da güzel gözüktü gözümüze. Köyün içine girip ne var ne yok görmek istedik. Etraf oldukça sakindi. Köyün meydanında iki tane kahve vardı. Bir tanesine girip Yunan kahvesi içtik. Yunan kahvesi bizim Türk kahvesinin aynısı. Yunan kahvesi diye sipariş verince farklı bir şey içiyormuşsun gibi olsa da gerçekte hiçbir farkı yok.

votsalakia2

Kahvemizi içtiğimiz köy kahvesi.


Pagoudas’ta 40 dakika kadar oturup yola koyulduk tekrar. 50 km hızla Votsalakia’ya doğru ilerlemeye başladık. Gördüğümüz bütün köylere girip çıkmak istiyorduk. Fakat böyle bir zamanımız yoktu. Belki bir dahaki sefere daha uzun kalıp, bütün köylerde vakit geçirebiliriz. Fakat bu defa değildi, ilerlememiz gerekiyordu.

koy1

Köylerde ve yollarda verdiğimiz molalarla birlikte  birlikte yaklaşık 2 saat süren yolculuğun ardından Ormos’a vardık. Denizin rengi çok güzel, su buz gibiydi. 125 cc’lik bir scooter için uzun sayılabilecek güneşli ve rüzgarlı yolculuğun ardından su iyi geldi, hafifledik. Denize girdiğimiz yerin az ilerisinde,  suratsız gibi görünen ama sonradan tatlı olduğuna karar verdiğimiz Niko’nun bize servis yaptığı bir restorana girdik. Tabii ki kalamar ve Yunan salatası (çoban salatasının beyaz peynirlisi), şarap içtik. Hepsi çok güzeldi. Yarım litre şarabın ağırlığı biraz kendisini hissettirmişti. Fakat sorun değildi, su buz gibiydi. Tekrar suya girdik, ayıldık. Etrafta bizden başka birkaç kişi vardı ve her şey yolundaydı.

Karanlık bastırmadan dönmemiz gerekiyordu. Çünkü yollar ışıksız ve dardı. Rüzgar da hızından hiçbir şey kaybetmemişti. Mantıklı bir saatte kalkıp otele dönmek için yola koyulduk.

Adanın güneydoğusundan güneybatısına kadar olan kısmını Ormos’a kadar görmüş ve denize girmiştik. Harita üzerinde baktığım zaman sahilden gideceğimizi düşünmüş, sıcakladıkça ya da çok beğendiğimiz yerler oldukça durup durup denize girer öyle devam ederiz diye hayal etmiştim. Fakat yol deniz seviyesinde ilerlemiyor.  Bu nedenle bu hayalim gerçekleşmedi. Güzel koylara ve yakındaki adalara tepelerden bakmak zorunda kaldık. Fakat ertesi gün adanın kuzeyine ve sonrasında kuzeybatısına doğru yapacağımız yolculukta bu hayalim nispeten gerçek oldu. Çünkü yol büyük oranda deniz seviyesinde ilerliyordu.

tepeden

Adanın güneyinde genellikle deniz seviyesinin üzerinde ilerledik. Aşağıda çok güzel koylar ve adalar vardı.


Samos’ta ikinci günümüz. Bugün yapmak istediğimiz çok fazla şey var. Önce Mourtia’ya gideceğiz. Burayı fotoğraflarda görmüştük, denizin rengi harikaydı. Ardından görmek istediğimiz köyler ve yine mutlaka görmek istediğimiz bir restoran var. Sabah kalkıp birer muz yedik ve kahvaltımızı Mourtia’da yaparız diye yola koyulduk. Fakat harika bir şekilde kaybolduk. Birkaç saattir yoldaydık ve alakasız yerlerde ilerliyorduk. Benzinimiz çok az kalmıştı ve karnımız çok acıkmıştı. Telefonumuzun navigasyonu biraz ileride bir patikadan gitmek istediğimiz yere olan uzaklığımızı 8-10 km olarak gösteriyordu. Fazlaca dik olan bir yola girdik. Benzin ışığımız yandı. Simin’e “sen kal, ben yola bakıp geleyim” dedim. Birazcık ilerledikten sonra gördüğüm manzara içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle bayağı korkunçtu. O yolda ancak eşek sırtında ilerlemek mümkündü. Yapacak hiçbir şey yoktu, çaresiz geldiğimiz yolu geri dönecektik. Güne iyi başlamamıştık. Neredeyse öğlen saatleri olmuştu ama ilginç bir şekilde keyfimiz yerindeydi. Biraz ilerleyip benzinci bulmuştuk, artık daha rahattık. Bir de karnımızı doyursak  her şeyi unutabilirdik. O da olacaktı tabii, hele bir Mourtia’ya varalım da… Sonunda vardık. Tepeden inerken denizin renginden ziyade bir çatı görmenin hayalini kuruyorduk. Çünkü artık karnımızı doyurmamız gerekiyordu. Deniz seviyesine kadar indik ama hiçbir yer yok! Öyle bir şey olmayacağından neredeyse emin de olsam “şu kayaların arkasına baksak? belki tost falan yapan bir yer vardır” dedim.

Mourtia1

Simin kayaların arkasına bakmaya gitti ve suratı asık bir şekilde geri döndü. “Hiçbir şey yok ama fotoğraf çektim” dedi. Bu fotoğrafı çekmiş.


Mourtia2

Mourtia’da hiç tesis yoktu ve bu yüzden çok güzeldi.


-E biz gidelim o zaman?

-Kokkari’ye gidelim. Orada karnımızı doyururuz ve denize gireriz.

-Tamam.

Yine yoldayız. Fakat güzel şeyler olacak, hissediyoruz. Kokkari’ye kadar neredeyse sadece birkaç kelime konuştuk. İkimiz de yol ve yemeğe kitlenmiştik.  Uzun sayılmayacak bir yolculuğun ardından Kokkari’ye geldik. Kasabanın samimi bir havası vardı, hemen ısındık. Motoru bir yere bıraktık ve sıra sıra restoranları gezmeye başladık. Sonunda bir yere oturduk. Kalamar sipariş edecektik ama yanında dondurulmuş olduğu yazıyordu. Sipariş almaya gelen kadına “tazesi yok mu?” diye sorduk. Burada en taze kalamalarları Akrogiali’de yersiniz dedi ve restoranı tarif etti. Şaşırdık ve birbirimize baktık. Restoranda bizden başka masa yoktu ve kadın tek masası olan bizi taze kalamar yemememiz için başka bir yere yönlendirmişti. Bu insanları nasıl sevmezdim.

-Kalksak mı o zaman?

-Kalkalım tabii.

-Biz gidiyoruz o zaman.

-Hoşçakalın.

-Çok teşekkür ederiz.

Akrogiali deniz kenarında 3-5 masası bulunan bir adamın oğluyla beraber işlettiği keyifli bir restoran. Yediğimiz zeytin, kalamalar, salata hatta patates kızartması bile bugüne kadar yediklerimin en iyisiydi. Restoranın sahibi birkaç defa yanımıza geldi gitti, tatlı ve meyve ikram etti. Hesabı ödemek için içeri girdiğimde mutfaktaydı. Elinde salata için dilimlediği salatalıktan birkaç parça vardı. Yanıma doğru yaklaştı bir parçasını kendi ağzına, diğer parçasını da benim ağzıma tıkıştırdı. Hesabı ödedim, sarılıp ayrıldık. İşini en güzel şekilde yapan bu sıcak adamı sanırım hiç unutmayacağım. Benim için Samos’ta gördüğüm en güzel şeylerden bir tanesi Akrogiali olmuştu. Umarım tekrar gitme fırsatımız olur.

Akrogiali

Akrogiali restoran ve gezi notlarını düzenleyen Simin.


Akrogiali2

Kokkari aynı zamanda sörf merkezi. Sağ tarafta sıra sıra kafe ve restoranlar bulunuyor. Akrogiali gözükmüyor ama fotoğrafı çektiğim yerin hemen sağ tarafı.


Karnımızı çok güzel doyurduk. Güne yeni başlamış gibiydim, sabah olan her şeyi unutmuştum. Denizin dalgalı ve daha çok sörfe uygun olması nedeniyle burada denize girmek istemedik. Biraz daha ileride Lemonaki’deki plajda denize gireceğiz. Bu plajın da fotoğraflarını daha önce görmüştük. Ne beklediysek onu bulduğumuz bir yerdi Lemonaki plajı.

En çok görmek ve akşam yemeğini yemek istediğimiz Manolates’e gitmek üzere yola çıktık. Yol ayrımına yakın bir yerde denize girmek üzere bir süre durduk. Deniz dalgalı ama çok temizdi. Etrafta bizden başka hiç kimse yoktu. Yaklaşık 1 saat kadar da burada vakit geçirdikten sonra köye doğru hareket ettik.

manolates

Manolates yolunun girişi.


manolates1

Manolates deniz seviyesinden oldukça yüksekte yer alıyor. Ağaçların içinde bir süre dağa tırmandıktan sonra köye ulaşılıyor.


manolatesyolunda

Manolates yolunda…


Yukarı tırmandıkça ne göreceğim konusunda iyicene meraklanmıştım. Yol ormanın içinden geçtiği için hava çok güzeldi. Ara ara tamamen ağaçların altında kalıp serinliyor hatta üşüyecek gibi oluyorduk. Oldukça fazla sayıda keskin viraj döndük. Son bir virajın ardından köy gözüktü. Ağaçların içinden bir anda kendimizi köyün içinde bulduk.

manolates-2

Manolates’in dar sokaklarından insanlar kapılarının önlerine sandalyelerini koymuş oturuyorlar.


Manolates şaşırtıcı bir şekilde sakin ve sessiz bir yerdi. Orada herkesin fısıldayarak konuştuğu ve insanların ses çıkarmamak için yaşadığı hissine kapıldım. Sokakta olmamıza rağmen kendimi sesimin güçlükle anlaşılacağı bir tonda fısıldayarak konuşurken buldum, şaşırdım. Bağıra bağıra konuşmak elbette olmazdı ama bu kadar sessiz konuşmama neden olan şey sanırım yol boyunca içimi kaplayan huzur ve köyün sakinliği, sessizliğiydi.

manolates-3

Evlerden bir tanesi.


manolates-4

Manolates’te bir sokak.


manolates7

Biraz sonra yiyeceğimiz harika yemeklerden ve nefis tatlıdan habersiz sokaklarda bir süre dolandık. Sokaklardaki kedileri sevdik. Bu köyde harika seramik işleri ve takılar yapılıyor.

seramik

Köyün hemen girişinde seramik işleri satan bir dükkan. Hemen karşısında da sahibinin atölyesi bulunuyor. Kapısı bacası açık, içeride kimse yok. “Bir şeyler alırsanız parasını bırakırsınız” tadında bir not yazmış, işine bakıyor.


Akşam yemeğimizi yemek üzere Kalisti’ye oturduk. Karışık bir tabak, Yunan salatası ve yarım litre şarap istedik. Karışık tabaktaki mücver, nohut ve ıspanak topları lezzetliydi. Çi börek içine benzeyen bir köfte vardı, o da güzeldi ama olmasa da olurdu. Burada olayı yemeğin sonunda söylediğimiz tatlı ve dondurma bitirdi. Tek kelimeyle olağanüstü bir şeydi.

kalisti-1

Kalisti


kalisti-2

Ağzıma salatalık tıkıştıran adam, bulutlara yakın bir yerde daracık sokaklarında dolaştığımız Manolates, suratsız gibi görünen ama tatlı Niko’nun yeri, bizi taze kalamar yemek için başka restorana gönderen restoran sahibi, dükkanı kapattık siz motoru bırakın anahtarı da kapının önündeki kutuya bırakın diye kiralamacı, sevimli köyler, yemekler, ağaçlar, deniz, yeşil, mavi ve daha bir sürü şey. Hangisi en güzeldi diye karar vermek oldukça zor. Harika insanlar ve doğa birleşerek harika bir Samos anısı oldu bizim için.

Artık dönüş yolundayız. Bu defa ufak bir motorla Kuşadası’na dönüyoruz. Yolculuğumuz 1 buçuk 2 saat arasında bir şey sürecek. Etrafı izleyerek ve notlar alarak dönüyoruz. Kuşadası’na vardık, pasaport kontrolü için sırada bekliyoruz. Ben hala Samos’ta gibi hissediyorum. Adamın biri sırası gelen insanlara teker teker bir şeyler söylüyor. Sıra bize geliyor. Meğer para topluyormuş.

-Ne parası bu?

-Gümrük vergisi.

-Kaç para?

-Kişi başı 10 Euro.

-Giderken harç pulu aldık, bilette vergi var vs.?

-Onlar başka. Bu liman işletmelerine gidiyor.

-Anladım.

Artık kendimi başka  bir yerde hissedemiyorum. Resmen Türkiye’deyiz, hoş geldik!

(fotoğraflar: Cem Hakverdi – Simin Emir)

10 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör
bottom of page