Kazablanka’ya inmeden önce.
Çok sevdiğim Casablanca filminin geçtiği Rick’s Cafe‘de bir şeyler yemek, kendine özgü lezzetli yemeklerinin tadına bakmak, ülkeye hakim olan toprak renginin nasıl bir şey olduğunu yerinde görmek, Jardin Majorelle‘i gezmek ve tabii yılanların oynatıldığı meydanlarda dolaşıp labirent gibi sokaklarda kaybolmak…
Şimdi düşünüyorum da gitmeden önce Fas’tan bayağı az şey beklemişim. Fakat daha fazlasını beklemem için bir kere gitmiş olmam gerekirdi. Çünkü etrafımdaki herkesin bildiği ve konuştuğu neredeyse bunlardan ibaretti. Fas’a ilk gidişiminin son günlerine doğru Instagram hesabımdan bir fotoğraf paylaşıp altına da “bir daha ne zaman görüşürüz bilemem ama sevdim seni Fas” yazmıştım. Gerçekten de öyleydi. Çünkü sıra Fas’ı tekrar görmeye gelinceye kadar gitmek istediğim çok başka yerler vardı. Kısa sayılabilecek bir süre sonra Fas’ın daha önce hiç duymadığım bölgelerine, üzerine çalıştığım belgesel filmim için 3 kere daha gidip birer hafta kalmak zorunda kaldım. En kötü zorunluluğum böyle olsun!
Fas’a ilk olarak 2014’ün Kasım ayında, çalıştığım üniversiteden bir grup öğrenci ve akademisyen ile birlikte gitmiştim. Dünyanın önde gelen haber yayıncılarının katılacağı bir konferansa proje hazırlamamız istenmiş, sunumun da Marakeş’te yapılacağı söylenmişti. Bu bizim için Fas’ta geçirilecek 5 gün demek oluyordu. “Sunum Fas’ta olacak, projeyi yapar mıyız?” sorusunu duyar duymaz, “nasıl yaparız”ı hiç düşünmeden kabul etmiştim.
Kazablanka’da 6 saat
Bir şehri anlatmak için son derece kısa ama “ilk izlenim”imi aktarmak için oldukça yeterli bir süre 6 saat. Fazla bir seçeneğimiz olmadığı için İstanbul’dan bindiğimiz uçak Kazablanka’ya indi. Daha sonra gerçekleşecek olan Marakeş uçuşumuz için yaklaşık 6 saat bekleme süremiz vardı. Biz de hemen 5 kişi bir taksiye binip şehir merkezine doğru yola koyulduk.
İlk hedef aç karınlarımızı doyurmak üzere Rick’s Cafe ! Gitmeden önce hiçbir şeye bakmadığımız için ne rezervasyonumuz vardı ne de öğle yemeği servisinin kapanmasına 3-5 dakika kaldığını biliyorduk. Fakat herhalde gözlerimizdeki hüznü gören garson bizi istediğimiz masaya oturtup siparişlerimizi aldı. Tajine ile ilk olarak orada tanıştım. Yemek adını bizim güveçlere benzeyen bir çömlekten alıyor. Dana, kuzu ya da tavuk etinden hazırlanabiliyor. Sebzesi, kuru meyvesi içinde olan oldukça lezzetli bir yemek. Kuskus ile birlikte servis ediliyor. O gün nedense Fas’ın çok zengin bir mutfağa sahip olduğunu düşünmüştüm. Aslında durum hiç öyle değilmiş. Çünkü gerçekten çok fazla seçenek yok. Fakat olanların da kendine özgü bir lezzeti var.
Yemeğimizi yiyip kalktıktan sonra Mosquee Hassan II‘i görmek için Atlantik kıyısına doğru yürümeye başladık. “Nasıldı?” sorusuna verebilecek en kısa cevabım “çok fazla büyüktü” olur. 2. Hasan Camii gerçekten çok büyüktü. Caddelerde, sokaklarda yürüyüp tekrar havaalanına doğru yola çıkmak için taksi beklemeye başladık.
Şirinler’den çıkmış Petit Taxi. (Fas’ta iki tip taksi vardı; şehir içinde kullanabileceğiniz Petit Taxi ve her mesafade kullanabileceğiniz normal taksi)
Gittiğim her yeri yürüyerek dolaşmayı tercih ediyorum. Ancak şehir merkezinden uzak bir yere gitmem gerekirse taksi veya toplu taşıma kullanıyorum. Yürürken yürüdüğünüz yerlere ait oluyorsunuz; duyuyorsunuz, kokluyorsunuz, görüyorsunuz.
Sokaklarda dolaşırken uzaktan sesini duyup yaklaştığım bir müzik market:
Fas’a ilk gidişimde 5 kişi olduğumuz için muhtemelen taksi bize toplu taşımadan daha ucuza gelmiştir. Daha sonraki gezilerimde tek başıma ve şehir merkezlerinde olduğum için sadece yürüdüm. Bu şehir için çok fazla şey söyleyecek kadar zamanım olmadı. Aklımda sadece yemek yediğimiz kafe ve caminin kaldığı Kazablanka’dan çok etkilendiğimi söyleyemem. Fakat Marakeş başkaydı…
Kısacık Marakeş
Marakeş ile ilgili söylenecek çok fazla şey var. Fakat benim için özellikle iki yer diğerlerinden ayrılıyor; bunlardan ilki Jardin Majorelle. Toprak rengi şehrin içinde burası sanki kurtarılmış bir bölge; farklı ağaç ve bitki türlerinin bulunduğu, içinde Yves Saint Laurent ve Pierre Berge’nin evinin de bulunduğu bir “vaha” gibiydi. Evin duvarları mavinin çok güzel bir tonuna sahipti. Bu mavi de adını Majorelle’den alıyor; Majorelle Blue. Buradaki bitkilerin dünyanın dört bir tarafından getirildiği söyleniyor. İçeride gerçekten de öyle her yerde göremeyeceğim farklı bitkiler vardı; boyu onlarca metreyi bulan bambu ağaçlarından ilginç kaktüslere kadar.
Turistik eşyaların satıldığı bir sokak.
Marakeş’e ilişkin aklımda kalan diğer yer Medina of Marrakesh. Unesco Dünya Mirası listesinde yer alan bu bölgede iki şey çok rahatsız ediciydi; bunlardan ilki meydanın hemen girişinde başlayan çok pis koku, diğeri de turist olduğumuzu anlayıp hemen yanımızda bitip, bizden para koparmak için elinden gelen her yolu deneyen insanlar. Evet, meydan ciddi anlamda pisti. Kokunun kaynağı meydanın hemen girişinde yer alan ve hiçbir zaman temizlenmediğini düşündüğüm fayton çeken atlardı. Öyle Adalar’dakine benzer bir koku değil, çok ağır. O kokuya tahammül edebilmiştim de insanların benden para koparmak için türlü hilelere başvurması çok sinir bozucuydu. Düşünsenize meydanda fotoğraf makineniz veya cep telefonunuzu kullanarak fotoğraf çekiyorsunuz ve birden hiç alakasız birisi yanınıza gelip “benim fotoğrafımı çektin para ver” diyor. Siz de durup kendisinin fotoğrafını çekmediğinizi anlatmaya çalışıyorsunuz. Ya da birinin omuzunda gezdirdiği maymunu görüyorsunuz “ah ne tatlı” falan derken bir bakmışsınız maymun sizin omuzunuzda. Tabii hooop para! Cebimden eksilen 5-10 dinar değil tabii burada konu. Göz teması kurduğum herkes şu veya bu sebeple benden para istedi. Ayrıca bütün dükkanlar çok turistik. Marakeş’i sevdim çünkü bence tam Fas’tı. Marakeş’i sevmedim çünkü çok fazla turistikti.
Türkiye dışında bulunduğum ilk müslüman ülke Fas oldu. Ezan okunacağını tabii biliyordum ama makamı bana oldukça değişik gelmişti.
Bir defasında Atlas Dağları’nın eteklerinde bir otelde kaldım. Marakeş’in merkezinden oldukça uzak olan otel her şeyiyle harikaydı. Özellikle de otelin bahçesi; kuşlar, gül ağaçları, at çiftliği, açık manej… Bütün bunlardan daha etkileyici olan kısmı otelin çevresi, yani Atlas Dağları’ydı. Bir sabah koşusunda otelden çıkıp, İranlı bir yönetmen olan arkadaşım Afsaneh ile birlikte birkaç kilometre uzaklıktaki köylerden birine gitmek istedik. Yaklaşık 20 dakika koştuktan sonra bir göl çıktı karşımıza. Gölün kenarında yerel kıyafet giymiş bir adam balık avlıyordu. Selam verip yanına sokulduk. Afsaneh Fransızca konuşabildiği için ne avladığını, “buralarda neler var?”ı konuşmaya başladık. Bir Fransız sömürgesi olan Fas’ta neredeyse herkes Arapça’nın yanında Fransızca da konuşuyordu. Adamın adı Omar’di. Çok tatlı, konuşmayı seven, oldukça misafirperver bir adamdı. Bizi hemen evine davet etti. Balık tuttuğu gölden birkaç yüz metre uzakta; ortada bir avlusu, keçileri, içinde fazla eşyası olmayan kerpiçten bir evdi. Fas’ta bizim buralardaki gibi siyah demleme çay yok. Çay istediğiniz zaman nane çayı geliyor. Özellikle “şekersiz olsun” demezseniz ve benim gibi çayı şekersiz içiyorsanız çayın içinde gelen şeker “bu ne yaaa” dedirtecek kadar fazla. Ben daha önceden tecrübeli olduğum için “çay içer misiniz?” sorusuna “şekersiz lütfen” yanıtını verdim.
Çayı da severim ama daha çok kahve içiyorum. Fakat Fas’ta doğru düzgün kahvesi olan bir yer bulmak neredeyse imkansız gibiydi. Yanıma French Press ve bir miktar kahve almayarak bayağı saçmalamıştım. Diğer gidişlerimde de bunu yapmadığım için saçma sapan bir şey yapmıştım. İstanbul’da dönüp yüzüne bakmadığım poşet çayı gördüğüm her yerde içtim.
Omar önce yer masasına bardaklarımızı koydu. Sonra ritüeli gerçekleştirmek için olabildiğince yükseğe kaldırdığı demlikten çaylarımızı “döktü”. Bahçesinden topladığı bademlerden ikram etti, duvarda asılı duran resimlerin hikayesini anlattı; ailesinden, eşinden, çocuklarından bahsetti. “Size civardaki köyleri gezdirmemi ister misiniz?” sorusuna “bir saat sonra diğer yönetmen arkadaşlarımızla birlikte katılmamız gereken bir toplantı var” yanıtını verdik. Ertesi gün civar köyleri gezmek üzere sabah 7’de buluşma sözü verip otelimize geri döndük.
Omar ile ilk karşılaşmamız ve ertesi gün civar köylerde yaptığımız gezi şöyle güzeldi:
Gezimizin sonlarına doğru Omar’in bunu para için mi yoksa bizi sevdiği için mi yaptığını düşünmeye başladım. Bu şu yüzden önemliydi; eğer para için yapmadıysa ona para uzatmam çok ayıp olurdu. Fakat para için yaptıysa para vermemem de çok ayıp olurdu. Gezimizin sonuna kadar paranın p’si konuşulmadı. Ben de bu yüzden “Omer sana azıcık para versek bizim adımıza çocuklarına hediye alır mısın?” diyerek birkaç yüz dinar verdik. Bu arada birkaç yüz dinar çok para etmiyor, bakmayın öyle söylediğime. 100 dinar yaklaşık 10 euro ediyor.
Bu bölümün başında Marakeş’e ilişkin aklımda kalan iki şey olduğundan bahsetmiştim. Burayı çok Marakeş’ten saymadığım için Omar’i dahil etmedim. Fakat onun arkadaşlığını ve anlattığı güzel şeyleri hiç unutmadım.
En güzeli Suvayr (Essaouira)
Marakeş’ten 1.5 – 2 saat süren bir kara yolculuğu yaparak gittim Suvayr’e. Sanırım küçük bir havaalanı varmış ama ilgilenmedim. Yolda bir şeyler görürüm beklentisiyle kara yolculuğunu tercih ettim. İyi etmişim. Çünkü bir sürü yerleşim yerinden geçtim; seyyar satıcılar, hiç anlamadığım arapça tabelalar, araba plakaları, plastik kasklı motor sürücüleri, beklentimin aksine bozuk olmayan yollar, her polis kontrol noktasından geçerken polisin dur işareti yapmamasına hatta ortada polis gözükmemesine rağmen duran şoförler gördüm. Minibüste çalan arapça şarkılar dinledim. İngilizce konuşamayan şoförle yol boyu bir şekilde anlaştım.
Sabahın çok erken saatlarınde Atlantik kıyısında:
Fas’ın Atlantik kıyısındaki şehri Suvayr. Bu geniş, oldukça uzun, sert zeminli kumsalda gençler sabah 7 gibi futbol oynamaya başlıyor. Taa ki gün batana kadar ve istisnasız her gün.
Essaouira’da terasında yemek yediğim kafelerden bir tanesi.
Marakeş’in hengamesinden uzakta ama yine Fas’tayım. İnsanlarıyla, yapılarıyla, yemekleriyle bu şehir de buram buram Fas kokuyor. Üstelik okyanus kıyısındayım. Bu şehirdekilerin önemli bir kısmı balıkçılıkla ilgileniyor.
Essaouira’ya özgü balıkçı teknelerinden bir tanesi.
Essaouira Limanı bana Majorelle Mavisi’ni anımsattı. Buradaki balıkçı teknelerinin üzerindeki maviler güneşe fazla maruz kaldığı için biraz soluk görünüyor olsa da burası yaşayan, nefes alan, konuşan çok canlı bir yer.
Fakat korkarım burası da bu haliyle kalamayacak. Çünkü benim kaldığım günlerde limanın hemen yanında bir şantiye kurulum aşamasındaydı. Limanı genişletecekler ve balıkçı lokantaları vs. yapacaklar gibi görünüyordu. Bölge için turizm çok önemli bir gelir kaynağı. Onlar da bunun farkında ve ona yönelik bir şeyler yapmak istiyorlar. Fakat bence gözden kaçırdıkları çok önemli bir şey var; insanlar bu veya bunun gibi yerlere tam da sahip olduğu bu özellikler nedeniyle gidiyor. Yani hiçbir şey olmadığı için. Orası başka bir şeye, sıra sıra balık lokantalarının ve başka bir sürü şeyin olduğu sıradan bir yere dönüşürse bütün cazibesi ortadan kaybolur. Umarım liman benim gördüğüm halinden çok fazla bir şey kaybetmez.
Essaouira Limanı’nın biraz gerisindeki su birikintisinde çocuklar çok eğleniyordu.
Nasıl gittim?
İstanbul’dan Fas’a gitmek için fazla bir seçeneğim yoktu. Türk Hava Yolları’nın Kazablanka’ya her gün direkt uçuşu var. Yolculuk çok zevkli ve rahat ama biletler oldukça pahalıydı. Benim gittiğim dönemde ortalama bilet fiyatı gidiş-dönüş 3000 liranın üzerindeydi. Avrupa üzerinden bakıp daha ucuz alternatifler bulabilirdim. Tabii bunun için geçerli bir vizemin olması gerekirdi. Ya da bunun yerine transit vize. Kazablanka’dan Marakeş’e yaptığım son 3 gidişimi Royal Air Maroc’a ait küçücük bir uçakla gerçekleştirdim. Türk Hava Yolları ile anlaşmalı uçuşları var. Fakat bi daha gidecek olsam sanırım treni tercih ederim. Çünkü Kazablanka – Marakeş arası hem uçak için o kadar beklemeye hem de o kadar para vermeye değecek bir mesefa değil.
Essaouira
Essaouira Limanı’nın biraz gerisi.
Essaouira’dan bir teras manzarası.
Essaouira’da evlerin neredeyse hepsinde teras var.
Kazablanka’nın bir bölümü
Suvayr’de bir otel
Suvayr’de meydana girişlerde hep kapılar var.
Comentarios